‘Reveries’: düşünceler,,

Zor olan lafı söylemek değil de onu nasıl diyeceğini bulmak. Müzik yaparken de durum farklı değil aslında. Eğer mesele bir fikri aktarmak, bir sinyali iletmekse ve dilde nasıl bunun çeşitli üslupları olabiliyorsa, aynı şey pekala müzik için de geçerli. Ben de o gün deftere bir şeyler karalamaya çalışıyor, üslubu düşünüp duruyordum. Gece olmasına rağmen sıcaktı. Rüzgar yoktu. Camın önündeki üç gözlü koca ceviz ağacının tek bir yaprağı dahi kıpırdamıyordu. Sabah ezanı başladı. Dinledim. Az önce yıkadığım yüzümde hissettiğim serinlikten geriye yerçekiminin peşine giden birkaç damlanın sinir bozucu hissinden, ağzımda da peş peşe içtiğim sigaraların kesif tadından başka bir şey kalmamıştı. Kuleli sokak’taki evimin salonunda, deftere boş boş bakıyor, yaratıcının zevklerini benimle paylaşması için ona ısrar ediyordum. Bu gece bana cevap yoktu. Işıkları kısıp yere uzandım. Kafamın içinde, devamlı, spiraller gibi kendi içine doğru katlanan bir uğultu… Uzadıkça uzuyor. Düşünmeyi de bıraktım. Kuş gibi hafifledim. Dış dünyayı hiç duymaz oldum. Serbestliğin zihnimde ürettiği rastgeleliği izliyor, renklerin, desenlerin, giderek derinleşen uğultunun üzerimde yarattığı ferahlığın tadını çıkarıyordum. Ta ki yaratıcıdan cevap alamayıp kendime döndüğüm bu gecede, bu zayıf anımda beni angaje edebileceğini düşünerek orada bitiveren bir müddeinin sesi bu uğultuya şu cümleyle derin bir kesik atana kadar: “Düşünerek çözemeyeceğin hiçbir şey yok.”

Kıpırdamadan cevap verdim. “Bu senin için böyle değil mi? Mantığına ikna olmadığın şey senin için doğru olamaz. Pek çok doğru şey de senin için mantıklı değildir. Karmaşa da burada başlamıyor mu zaten? Bazı şeyler de düşünerek çözülmüyor işte.”

O ise yolda belde rastlayabileceğiniz herhangi bir modernin bile hemen akıl edebileceği kadar basit bir lafla sıyrılıverdi: “Hiçbir şeyin doğrusu yanlışı olmaz. Bugünlerde herkes bunu konuşuyor. Hiç kulağına çalınmadı mı?”

Cevap vermedim. En azından bu kez doğruyu yanlışı çocuk gibi deneyerek bulmak yerine geleneğe güvendim ve korkumu, umursamazlıkla maskeledim. Bu gecenin keyfi kaçmıştı artık benim için. Kısık gözlerim, parmak uçlarımla şakaklarıma bastırıp, aslıma olan mesafeyi tahayyül etmeye çalıştım, çok uzaktaydım. İşte gözlerimin önünde uçuşuyor spiraller, spiraller. Yine.

*

Bu kez, olduğum, zaten olduğum, mecburen olduğum veya kendimi olmuş bulduğum şeye değil, içten içe olmayı istediğim şeye dair bir müzik olmalıydı. Cevabı bulmak için tefekkür ettim. Fırsat bulduğum her an gözlerimi kapatıp bunu düşündüm. Takip ettiğim her ipucu da beni aynı sonuca götürdü. Bu sonuç her seferinde bu ülkeye rağmen, bu ülkeye dair idi.

Bu eski-yeni kimliği beni, hayat bulanmaya başlamadan önceki bir versiyonuma geri dönüştüreceğini bildiğim bir alanda aramak gerekti. Uzunuza çocukluğumu düşündüm. Anıların küçük çatlaklardan benliğime sızmasına müsaade etmeye kendimi zorladım. Bu sızıntı yanında bir uyanışı da getirdi. Geçmişten gelen küçük anları. Güneşin altında gözlerimi kısıp uzaklara bakışlarımı. Başı kesilmiş bir tavuk bedeninin koşarak önümden geçişini, seccadenin üzerindeki motifleri, market reyonları arasında koşa koşa dolaşıp annemi bulamadığımda hissettiğim derin endişeyi ve daha neler neler. Ama en önemlisi, önceleri içinde büyüdüğüm ve bir parçası olmak için yetiştirildiğim ama sonrasında ise sorguladığım şeylerin cevaplarını birkaç onyıllık fikirlerde bulamayıp da ona gerçekten ihtiyaç duyana dek hatırlamaya tenezzül etmediğim bir kimliği.

Şunu belirtmek gerek: Bana göre Türk kültürü gerçekten hayranlık duyulası, derinleştikçe anlaşılan ve anlaşıldıkça insanın halini değiştiren bir derya. Doğal olarak da kendi içinde normalleri-anormelleri, tercihleri, olur-olmazları, kuralları var. Fakat ben her şeye yaptığım gibi buna da kendimce yaklaşıyor olacağım. Melodileri nasıl kullanabileceğimi, motiflerin yorumlanmasını ilk önce piyanoda denedim ve bu fikirlerin etkisindeki ilk iş olarak, İstanbul’dayken yazdığım “it’s back” ortaya çıktı. Başlangıçta düşündüm, öğeleri direkt enstrümanlara mı dağıtmalıyım? Yoksa daha elektronik bir zemine mi çekmeliyim? Ya da böylece bırakmalı mıyım? Sonuçta öylece bıraktım. Pastoral bir iş bestelemek istiyordum, dolayısıyla gösterişe lüzum yoktu. Müziğin içine kocaman duygular yerleştirmeyi ne zaman denesem yaptığım şeye ikna olamam.

Sonraki fazda denemelerime sadece piyanoda çalışarak devam ettim. Kısa bir süre içinde ortaya iki iş daha çıktı ama dürüst olmak gerekirse sonuçlar istediğim gibi değildi. Hem ortaya çıkan bu iki iş ilk çalışmam kadar doğal duyulmuyordu hem de tek bir enstrümanla kalmak beni ciddi bir şekilde sınırlıyor, hareket alanımı daraltıyordu. Daha iyi bir enstrümancı olsaydım belki denemeye devam ederdim ancak enerjisini daha ziyade fikir üretmeye harcayan biri olarak kendi limitlerime teslim oldum ve bir orkestranın bana sunacağı hareket alanına olan ihtiyacımı kabul ettim. Öyle anlaşıldı ki “it’s back” özel bir şeydi. Böylece sadece onu bırakıp, diğerlerini çıkardım. Orkestraya gelince, seçim yapmak kolay oldu. Klasik batı sanatlarıyla artık özdeş olmuş, kullanmak durumunda yapıtı istediğim estetikten uzaklaştıracağına inandığım yaylı çalgılar takımını, bakır sazları ve flüt sesini peşinen çıkardım. Tahta üflemelilerden başkası iş görmüyordu. Sonraki çalışmamda ilk büyük rolü obua aldı. Melodi güzeldi ama bu işin tadı en güzel, bunu bir obua çalarsa çıkardı. Leftovers bu şekilde hayata geldi. Stüdyo kaydında partisyonun hakkını layığıyla veren kişi ise sevgili Barkın Balık.

Kesin olarak gelen bir diğer enstrüman klarnetti. Her ne kadar rolleri eşitlikle dağıtmaya çalışsam da enstrümanın kendi doğasından amaçlarımla öyle uyumlu sonuçlar aldım ki zaman geçtikçe klarnet, benim gece hikayelerini, esrarengiz olayları, söylentileri, fantezileri işlemek için kullandığım özel bir role büründü. Sonunda hoş sada bir klarnet partisyonu ortaya çıktı. Şanslıyım ki müthiş bir klarnet tonu ile çalışma fırsatım oldu; kayıtlarda klarneti sevgili Evrim Güvemli seslendirdi.

Fagot, yer yer obuadan yer yer klarnetten yük alıyor. Aynı zamanda albümün klasik sanatlara olan yakınlığının da bir işareti. Bakınız Fagot, eğer sound üretmek için değil de olduğu haliyle kullanılmak isteniyorsa ekseriyetle klasik batı sanatına mahsus bir sazdır. Diğer pek çok saz hafif sanatlarda kendine yer bulmuş, bu orkestralarda boy gösterebilmiştir. Fakat fagot böyle değildir. Klasik sanatın kendine sakladığı bu saz, onu bu sanatın dışında kullanmaya kalktığınızda ateşle oynadığınızı bilmeniz gereken bir sazdır. Ben böyle bir riski hiç almadım ve fagotu işin içine dahil ederek çalışmamda hafif bir tarz ile olsa da yine klasik sanat ekolünü benimsemiş oldum. Kullanılması gerektiği gibi kullandım. Yer yer bir bas enstrüman olarak kullandım. Solist olduğu pasajlarda üçüncü oktavda faydalanılabilecek o pamuk gibi tona başvurdum ve elbette ki Leftovers’da kullandığım klasik stacattolar… Büyük zevkti. Kayıtlarda ise benim yarım bıraktığım bir işi ustalıkla tamamlamış olan sevgili Sertaç Çevikkol tarafından seslendirildi.

Synth sesler bu defa gerçek dışı anları, olayları ya da albümün içindeki öznelerin düşün dünyalarını ifade etmek için varlar. Mesela Touch Game bunun güzel bir örneği oldu. Tema ortaya çıktığında gözümde canlanan şey, bir köy evi açıklarında koşturup gülüşerek elim sende oynayan çocuklardı. Çığlıklar atıyorlar, ebe sürekli değişiyor, hepsi birbirinin peşinde, eğleniyorlar. Sonra çocuklardan biri koşarak ve hiçbir izahat vermeksizin diğerlerinden ayrılıyor. Hiç durmadan bozkıra doğru yol alıyor. Uzaklara. Nereye gittiği bilinmez. Böyle bir olaydı. Touch Game’de kahramanım bir çocuk olduğu için kaderinden kaçmaya, onu değiştirmeye dair pek cesur. Gece vakti evinin damına çıkmış, sigarasını hafif hafif tüttürerek yıldızları seyreden, onlara ulaşmayı, başka dünyaları merak eden yetişkin kahramanım ise düşündüklerinin imkansızlığını fark ettikçe daralan ihtimallerin arasında eziliyor, hayal kırıklığına uğruyor fakat yine de mağrur. Synth sesler Fantasy’nin temasında bir kahramanın düşün dünyasının sürekli akışını simgelemeye bu şekilde hizmet ettiler. Yer yer anlam ifade etmeksizin kullanıldıkları da olmadı değil. 

Çocuk müziklerine gelirsek, sanıyorum ki 2019’un sonlarıydı. Esma Sultan Yalısı’nda Formation’ı özel bir seyirciye ilk defa çalıyorduk. Konser sonrasında kulise çekilip Reha (Öztunalı) ile müzik dünyasının dertlerine dair koyu bir sohbete tutuştuk. Geçen yarım saatin ardından bir sessizlik anında Reha’nın ağzından hepimiz için yepyeni bir hikayeyi başlatacak olan sözler söylendi ve Ayla’nın yolda olduğunun haberini aldım. Çok sevindim, hemen aramızda kadeh kaldırıp ayaküstü kutladık. Süreçte, Ayla’ya özel bu hediye ortaya çıktı. Doğrusu bir çocuk müziği olmak için ağır oldu. Neyse ki bir çocuk müziği olmasına büsbütün mani olacak bir sivriliği de yok. Nihayetinde bu haliyle albüme girmiş oldu. Ben de hayatımda ilk defa bir çocuk müziği üzerinde çalışmış oldum. O zamanki düşünceme göre bu aynı zamanda son defaydı da. Ta ki yıllar sonra aynı haberi kendi canım oğlumdan alana dek. Böylece bu albüme iki tane çocuk müziği girmiş oldu. Bu metni yazdığım esnada oğlum Alaca 18 aylık.

*

Buraya kaydetmek istiyorum ki her neyin peşine düşersem düşeyim eninde sonunda beni gerçekten mutlu eden tek şey müzik yapmak oldu. Müzik yolculuğum olmasaydı ben kim olduğumu ne anlayabilir ne de takip edebilirdim. Bu yolculuk bazen Routine’de olduğu gibi mekansal yaklaşımlarımı keşfetmemi sağladı. Formation ise daha çok tinsel bir düzlemde oluşmuştu. Sonuçta her şey bütün bu boyutların içinde insanın varoluşuna dair yaptığım gözlemler üzerinden müzikte karşılık buldular. Bir şeyi anlatabilmek için gidip o kapıyı açmam, içine bakmam, içinde yaşamam, yaşayarak anlamam lazım. Ancak öyle anlatabiliyorum. Fakat Reveries böyle olmadı işte. 
Gökyüzünün derinliklerinin, enine boyuna toprağın, bir bakışta uçsuz bucaksız yeryüzünün ve hatta tanrıların bile farkında olan Anadolu insanının evrimi hangi aşamalardan geçmiş ise, sanat da onunla var olmuş. Steplerinde sapsarı, yükseklerinde mavilenen, fırtınaya dönüşen, bereketli yağmurlar yağdıran, toprağı su ve güneşle besleyen yeryüzü düzeni, insan soyunun ilk öğretisi, ilk korkusu ve sevinci olmuş. Ben de yıllar yılı bu toprağın gerçeğini Anadolu’nun yalın dilini kullanan ozanlardan dinlemiştim. Bu kez anlatacağım şeyi, kendimde, aslımda, bana yazılan hayatın içinde düşüp kalkmaya icbar edilmeden önce içimde olan şey her neyse orada bulmak zorundaydım. Bu kez gözlem geçmişte yapılmıştı. Yer yer unutulmuştu, muhtemelen eğilip bükülmüştü de. İşte böylelikle Reveries, gerçek hikayelerden akılda kalanlara bugünkü benliğimle bakarak yaptığım özgün yorumlardan türemiş bir düş haline geldi. Müzisyenlik yapmaktan azami keyif aldığım bir iş oldu. Aynı zamanda cesaret edip de açtığım yeni kapıların bende yarattığı etkilerin aynası oldu bana. Kaybettiklerimi geri kazandırdı. Kazandıklarımın anlamları da farklıydı artık. Dalında durup olgunlaştıkça asıl rengini alan bir meyve gibi rengimi almıştım. Katmanları aşıldıkça lezzetini ortaya çıkaran bir ceviz gibi ben de kendi katmanlarımı aştıkça şüphe eden değil, inanan olmanın lezzetini bulmuştum. Gelecekte görüşeceğiz.

Akın Sevgör

Yorum bırakın